Güç Zehirlenmesi: iktidarı veya gücü elinde tutan yöneticilerin, kibre kapılarak abartılı bir gururla başkalarını aşağılama, öteleme ve küçük görme hastalığıdır. Bulunduğu konumdan dolayı kendinden geçen, “ne oldum delisi olan” bu psikolojik hastalığa tıp dilinde “Hubris Sendromu” denmektedir.
Güç Zehirlenmesi(Hubris Sendromu), kişinin elinde bulunan imkânları egosunu tatmin için kullanması ve bundan keyif alması ile başlar. Gücü elinde bulunduran kişi, gücün verdiği sarhoşluk ve hazla gerçeklerden kopar, birtakım dengesizlik ve densizliklerle kendisi ile birlikte yönettiklerini devlet felakete sürükler.
Tarih, Güç Zehirlenmesi hastalığına yakalanan, mensubu olduğu toplumları felakete sürükleyen diktatörlerle doludur. Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, İspanya’da Francisco Franco, Portekiz’de Oliveira Salazar, Şili’de Pinochet, Arjantin’de Videla gibi diktatörler bu hastalığın yaşamış yakın tarih örnekleridir.
Güç Zehirlenmesi hastalığına siyasi liderler kadar şirket, kulüp, kurum yöneticileri de yakalanabilirler. Bu tipler, kendilerini diğer insanlardan üstün görür, küçük dağları ben yarattım, havasında kibrin ve kendini beğenmişliğin doruklarında yaşarlar. Başkalarını küçük gören, aşağılayan enaniyet, tamah ve hırsın yoğurup şekillendirdiği bu tiplerde adalet ve hakkaniyet aramak, odundan medet ummaya benzer. Bir gün saltanat, koltuk ve makamlarının ayaklarının altından kayacağının düşünerek sürekli endişe ve korku içerisinde yaşayan bu muhterisler, saltanatlarının devamı için de her türlü, ahlaki, insani, vicdani değerleri ayaklar altına alır; her türlü yıkımı mubah görürler. Fransız Kralı 15. Louis gibi “benden sonra tufan”, düşüncesiyle hareket eden, empatinin e-sini dahi hatırlarına getiremeyen bu hasta ruhlu insanların geniş bir analizini ilk defa David Owen ve Jonathan Davidson adlı iki psikiyatrist bilim insanı yapmıştır. Çalışmalarını 2010 yılında Brain(Beyin) dergisinde yayınlayan bu iki bilim insanı, Güç Zehirlenmesi hastalığa yakalanan bir kişinin durumunu şöyle özetlerler:
1. Dünyayı, güç kullanımı yoluyla kendini yücelteceği bir yer olarak görür,
2. Öncelikle kişisel imajını geliştirme amaçlı hareket etme eğilimi sergiler,
3. İfadeleriyle orantısız endişe içerisinde olduğunu her hareketi ile belli eder,
4. Faaliyetleri ile ilgili konuşurken, kendini yüceltme eğilimi taşır,
5. Kendisini ulus veya mensubu olduğu kuruluşla bir tutar,
6. Kendisinden üçüncü tekil şahıs zamiriyle ya da “biz” diye söz eder,
7. Kendi yargılarına aşırı güven duyar; başkalarının öneri ve eleştirilerini küçümser, onları aşağılar, alay eder,
8. Her şeyi kişisel olarak başarabileceğine inanır,
9. Çevresindeki insanlara ya da halka değil, tarih ve Allah’a hesap vereceğine inanır,
10. Allah ve tarih karşısında haklı bulunacağına inanır,
11. Gerçeklerle ve gerçeklikle bağının koptuğunu göremez,
12. Vesveseli bir ruh hali, huzursuzluk, acelecilik, düşünmeden karar alma ve benzeri özellikler gösterir.
13. Kibirli tarzından dolayı rasyonel kararlar alamaz, yanlışları doğruymuş gibi gösterir; davranışlarının sonuç ve maliyetlerini ahlak, dürüstlük, inanç gibi “geniş tasavvurlarına” dayandırır,
14. Aşırı öz güveni ile işlerin ters gidebileceği düşüncesinden yoksun olması, uygunsuz politikalar oluşturmasına neden olur, diyerek özetlemişlerdir.
David Owen ve Jonathan Davidson, sıraladıkları bu belirtilerden sadece dört tanesini gösteren kişilerin, Güç Zehirlenmesine yakalandığını söylerler.
Osmanlı İmparatorluğu’nda padişah’ın tahta çıkması esnasında ve her cuma namazı sonrasında bir gurup medrese öğrencisinin, paşaların ve halkın hep bir ağızdan “Mağrurlanma padişahım senden büyük Allah var”, diye tezahürat yapmaları ve padişaha ölümlü olduğu hatırlatılması geleneğinin temelinde padişahın bir adı da kibir hastalığı olan Güç Zehirlenmesine yakalanma endişesi vardır.
Bin yılların devlet kurma ve devlet yönetme irade ve yeteneğine sahip olan Türk Milletinin tarih içerisinde varlığını sürdürmesinin en önemli vasfı, devlet yöneticilerinin sorumluluklarını bilmeleri, milleti yönetirken kendi egolarının kurbanı olmamaları ve denetime açık olmaları yatmaktadır. İstişareyi yönetimde temel kabul eden yöneticiler; kibri, mağrurlanmayı, böbürlenmeyi her zaman bir kenara itmişlerdir. Bilge Kağan’dan Atatürk’e uzanan yönetim zincirinde yöneticiler, ayrışmayı değil, birliği; ötekileştirmeyi değil birleştirmeyi devletin gücü ve devamlılığının olması olmazı olarak görmüşler; birliğin, dirliğin; dirilik ve devletin bekası için şart olduğu bilincinde ülkeyi yönetmişlerdir.