Mülkiyeti kendisine ait olmayan bir şeyi gasp etme, izinsizce el koyma, kullanma ve ondan menfaat temin etme işi; kısacası hak etmediği bir taşınıra bir biçimde sahip olmak olarak tanımlanan dünyanın bu en eski ve en onursuz mesleğinin icrasıdır hırsızlık. Mağdura; “hırsız vaaar!”,diye çığlık attıran bu eylemin temelinde panikleme, şaşkınlık, çaresizlik, kaybetme korkusu yatar. Atılan çığlık, karşılık bulmazsa çığlık sahibi kadar çığlığa kayıtsız kalanlar da zarar görmeleri kaçınılmazdır. Çünkü hırsıza verilen her pirim, onu arsızlaştırmakla kalmaz aynı zamanda azgınlaştırır. Eh! Arsızlaşan ve azgınlaşan hırsızın da önünü ve önlemini almak öyle sanıldığı kadar kolay değildir. Sonuçta bu eylemin mağdurları kadar kayıtsız olanlar da sonuçlarına katlanacaklardır.
Geleneksel toplumdan modern topluma uzanan çizgide hırsızlığın yerinde saydığını/sayacağını düşünmek safdillik olur. Elbette hırsızlık da çağın gerektirdiği bütün donanımları kuşanacak varlığını devam ettirmek için rüşvet, soygun, vurgun ve yolsuzluk maskeleriyle iş ve işlev alanını genişletecektir.
Hırsızlık, irsi midir? Babadan oğula geçer mi? Bu sorunun cevabına yaşananlara bakıp da hayır demek mümkün değildir. Bir insanın genlerinde bu tür bir dürtü varsa onu eğiterek izale etmek ve bu huyundan vazgeçirmek imkânsızdır. Genlerinde çalma dürtüsü taşıyan insan; hangi konumda, hangi makamda ve hangi durumda olursa olsun yaradılışından getirdiği bu dürtüyü gerçekleştirmek için uygun zaman ve zemin arayacak; çalma eylemine engel teşkil edebilecek engelleri de ortadan kaldıracaktır.
Hırsızlığın en korkuncu ve tahripkârı genlerinde bu virüsü taşıyan kişilerin yönetimi ele geçirmeleridir. Kanında bu virüsü taşıyan insanlar, yönetimi ele geçirmişseler vay o ülkenin başına! İslam düşünürü İbn’i Haldun’un da işaret ettiği gibi böylesi bir durumda talanının ve yalananın önüne geçilemez. Yönetici durumundaki hırsızın en tahripkârı lüks ve gösteriş düşkün olanıdır. Böylesi bir durumda çalma ve yağma hiyerarşik olarak tepeden tırnağa hızlı bir biçimde yayılır. Yönetenler, kendi sefahat ve debdebelerini sürdürmek için çalmanın çapını büyütür; kendi hırsızlıklarına meşruiyet kazandırmak için her türlü hileye, desiseye, kumpasa başvururlar. Kendi hırsızlıklarını meşru hale getirmek için de küçük hırsızlıklara göz yumar ve dünyanın bu en onursuz mesleğini koruma altına alırlar.
Yeryüzündeki bütün dinlerin ve toplumların şiddetle yasakladığı ve çeşitli yaptırımlarla önlemeye çalıştığı bu eylem, güçlü destekçileri arkasında gördüğü sürece de iğrençliğini ve şirretini kat be kat artırır. Sonuçta hırsızlık, ferdi ve sınırlı boyutundan sıyrılarak estirdiği kokuşmuşluk rüzgârı ile ahlak ve maneviyat adına ne varsa önüne katarak sürükler. Hırsızlık ve onun modernize edilmiş türleri olan yolsuzluk, rüşvet, soygun, vurgun, talan toplum bünyesine bir girdi mi üremesinin ve yaygınlaşmasının önünü alamazsınız. Bünyesine böylesi bir virüsün girmesine müsaade eden toplumların iflah olması ve hayatiyetlerini devam ettirmeleri mümkün değildir.
Onursuzluğun, gurursuzluğun, haysiyet ve şerefsizliğin somutlaşmış biçimi olan bu illetin varlıklı olma ya da yoksul olma ile de ilgisi yoktur. Ruhunu şeytana kiralayanlar için inancın, ahlakın ve örfün yaptırım gücü yetersiz kalır. İslam peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s); "Sizden öncekiler şu sebeple helâk oldular, Onlar, güçlü bir kimse hırsızlık yaptığı zaman, hırsızı serbest bırakırlar. Güçsüz bir kimse hırsızlık yapınca da, ona ceza uygularlardı" (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VII,131,136) demesine rağmen bırakın çalsınlar, bırakın soysunlar demek hırsız için nara yanmaya, helak olmaya davetiye çıkarmaktır. İslam’ın bu onursuzluğu icra edenler için hükmü kesindir: Maide Suresi 72 ayet; “hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin.” demiştir.
Bize düşen her zaman ve her durumda “hırsız vaaar!” diyenlerin çığlıklarına kulak vermek, güçlü hırsızların değil mazlumların arkasında saf tutmak ve onlara arka çıkmak olmalıdır.
Hadi Önal/ELAZIĞ