Vitrine bakıyorum en üstte dinimizin yüce kitabı Kuran-ı Kerim, hemen altında altın çerçeveli üzerinde “devlet ebet müddet” yazılı bir tablo… Sağ tarafta dini söylemlerle oluşturulmuş gümüş çerçeveli levhalar, sol tarafta vatan, millet, bayrak sevgi ve sevdasını en güzel biçimde ifade eden sözlerle bezeli tablolar, iki de muhteşem cami resmi… Levha ve tabloların hemen sağından uzanan bir elin işaret parmağı…“yukarıdaki varlıkları kaybetmek istemiyorsanız bize biat etmek zorunda ve mecburiyetindesiniz”, yazılı tehdit kokan kırmızı harflerle örgülü bir büyük levha…
İnsanın ruhunu okşayan, milli ve dini duygularla insanı coşturan aynı zamanda kaybedersem korkusunu yaşatan levha, tablo ve resimlerle süslü bu görkemli vitrinin arkasında devasa bir bina… Tren vagonları misali art arda dizili yüzlerce oda, sofa ve salon… Binanın içi; vitrinde anlatılanların tam aksine hak adına, adalet adına, İslam ve insanlık adına işlenen cinayetlerin, dini istismarların, milli hassasiyetlerin pazarlama seanslarının plan ve projelerinin yapıldığı odalarla dolu… Odalar da lebalep insanla… Kiminin kafası, kiminin eli kiminin de sadece ayağı görülüyor. Ne demişti koca şair Çanakkale şiirinde; “Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak/ Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak/ Saçıyor zırha bürünmüş de namert eller…” Evet, evet tam şairin tasvir ettiği gibi… Ancak burada farklı bir savaş var. Bu savaş; “mide savaşı”, “malı götürme mücadelesi…”
Satıcı bağırıyor; “haydi batan geminin malları bunlar… Kapanın elinde kalıyor!” Pazarlayıcılar, önlerindeki masalardaki planlara eğilmişler, elleri klavyede… Nerede, ne, ne kadar götürülür hesabındalar. Neyi mi pazarlıyorlar? Liste uzun; ülkenin madenleri, fabrikaları, işletmeleri; ormanları, limanları, ada, arsa, arazi ve binaları; şerefi, haysiyeti, geleceği… Kısacası pazarlanmayan yok gibi…
Masanın önünde bir takım insanlar… Çoğu maskeli… Maskesizlerden bazılarının yüzleri hiç de yabancı değil. Aaa! Gözüm bu tosuncuğu bir yerlerden ısırıyor. Bu bizim milli damat Rıza Zarrap değil mi? Hani ekonomimize yaptığı olağanüstü katkılardan dolayı yere göğe sığdıramadığımız uğruna ABD’ye iki defa nota verdiğimiz kıymetlimiz.
Şu masanın başında duran tosuncuğu da tanıyorum. Bu, Çiftlik bankın kurucusu sanal koyun ve inek üreticisi 25 yaşındaki yerli ve mili… Neydi adı? Dur hatırlayacağım!
Bunu da tanıyorum. Bu, iki milyar dolarlık vurgun yapıp kaçan Thodex'in kurucusu Faruk Fatih Özer… hatırlayacaksınız, kripto para toplayıcısı!
Ya şu masanın önündeki adam… Bu, bizim ayakkabı boyacılığından kısa sürede holding patronluğuna yükselen, gazete ve TV kanallarının gençlerimize rol model olarak takdim ettikleri Sezgin Baran Korkmaz… Saygın iş insanı(!)…
Rehberimiz, odaları gezdiriyor. “Bakın”,diyor, “bu odada insan kaçakçılığının usul ve yöntemleri tartışılıyor, bu oda kara para aklama odası… Bu odada, TETÖ borsası faaliyet gösteriyor, bu oda uyuşturucu ile uzlaşma masası, şu odada çökmeler planlanıyor; şu da saman altından gemi yüzdürme provalarının yapıldığı oda… Şu masada ihaleye fesat karıştırma yol ve yöntemleri planlanıyor, şu masa rüşvet ve zimmet masası… Şu gördünüz odada da çoklu maaş düzenlemeleri yapılıyor.
Bir canhıraş sesle irkiliyoruz. Rehber, “önemli değil, o odada eğitimin canına ot tıkıyorlar, o ses hiç eksik olmaz.” Soldaki odadan yükselen inilti ile irkiliyoruz. “Ha o odada tarımı yok etme planları yapılıyor.”, diyor rehber.
“Peki, bu iğrenç koku?”
“Ha o mu? O koku hiç eksik olmaz bu binadan, üç beş yılda bir lağım patlar; üzerini örterler.
“Peki, nasıl dayanıyorlar buradakiler, bu kokuya…”
“Eh, paranın yüzü sıcak…
“Yahu içim karardı bu binanın bahçesi yok mu?”
“Var elbet, beni takip edin” Rehber önde biz arkada evin bahçesine çıkıyoruz. Bahçenin solunda bir kalabalık, bir adam bağırıyor; “beşli çete, beşli” “Boş verin”, diyor rehber “o bazen beşli çete, der; bazen de 128 Milyar dolar nerede ”, diye bağırır…
Sağda bir hanımefendi… Etrafına toplanan kalabalığa “bütün bunların hesabını soracağım” diyor. Rehberimiz, “kadın işte, ne söylediğini bilmiyor.”
Bahçenin kuytu bir köşesinden “adalet istiyorum, savcıları göreve çağırıyorum”, diye bir ses yükseliyor. Rehberimiz, “duymazdan gelin o mafya liderinin sesidir” diyor.
“Ne olacak bu memleketin hali! Allah’ım sen yardım et!” Omzumda bir el beni sarsıyor. Eşim; “yine kâbus görüyorsun, uyan artık; memleketin halini bilmem ama senin hâlin hâl değil”,diyor. Eşime, “kâbus mu, kâbus ha!”, diyorum.