Bana birçok dostum yazdığım bir yazı nedeniyle neyi anlatmak istediğimi esasen sadece belleğinde bir kişiye çatmak onu huzursuz etmek gibi bir düşüncem bu güne kadar olmadı. Olmasını da istemem neyi nasıl anlatmam gerektiğini bazen bende kestiremem tabiri caiz ise resmen saçmalarım. Bazen gönül bu ya bol kepçeden bir şeyler karalarım isteyen arzulayan kendine ne kadarı yeterse oradan alsın kendine uygun olduğu kadarı ile paylaşsın isterim.
İnsanoğlu şarkıların dilinden, türkülerin sözünden nem kapar, hüzünlenir, için için ağlar, yalvarır Yaradana. Bazen içini dökecek, derdini anlatacak sadece ve sadece bir masa ve sandalye kalmıştır o dost bildiklerinden geriye. Hani o Zeki Müren’in kulaklarımızda kalan şarkısında seslendirdiği her gülen yüzü dost bildiklerimizden.
İşte o bir masa var ya, her nerede olursak olalım, ince belli bir cam bardak dolusu tavşan kanı çayı yudumlayıp uzaklara bakarken, dirseğimizi dayayıp dertlendiğimiz, sessizce bizi dinleyen, hiçbir şeye itiraz etmeden elimizin, kolumuzun altına serilmiş halde çok mütevazi olan sır küpümüzdür âdeta. Biz onun dertlerini duyamayız, dinleyemeyiz, bilemeyiz ama onu en iyi anlayan, onun yürek seslerini duyabilen, her zaman yanı başında ona eşlik eden kadim dostları iki sandalye vardır.
O iki sandalye de karşılıklı oturup, kederlerini birbirine anlatırken, ister istemez kulak misafiri olur aralarında, ortalarında duran o bir masa. Derken bir ses yükselir masa ve sandalyelerden.
Çaycı, doldur ilaç kokulu çaydan,
Dakika düşelim senelik aydan,
Dakika farksızdır bin aydan.
Şairin dediği gibi o kısacık zaman dilimlerinde dahi o kadar çok şeyleri paylaşırız ki birbirimizle, dert-keder biter, tatlı bir sohbet başlar bir masa ve iki sandalye etrafında.