O gün, Arafat Vadisi’ndeki insanlar için sıradan bir gün değildi. Gözler bir noktaya odaklanmış, kalpler tek bir ritimle atıyordu. Rüzgar, vahşi çölün sıcaklığını hafifletiyor, o büyük kalabalığın içinde bir huzur dalgası esiyordu. Kasvâ adlı devenin üzerinde, gözleri sonsuz bir dinginlikle parlayan bir insan, sessizce etrafına bakıyordu. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.), belki de son kez insanlığa hitap edecekti.
Neredeyse herkes bir şeylerin farkındaydı. İçlerindeki o tarifsiz his, bu konuşmanın sadece orada bulunanlara değil, tüm zamanlara hitap edeceğini söylüyordu. Güneş tepede yavaşça ilerlerken, peygamberimiz başını kaldırdı ve dudaklarından çıkan ilk cümle, kalabalığın üstüne bir gök gürültüsü gibi indi:
"Hamd Allah’a mahsustur. O’na hamdeder, O’ndan yardım isteriz. Allah kime hidayet ederse, onu kimse saptıramaz..."
O an, sanki evrenin tüm zamanı durmuştu. Binlerce insan nefes bile almadan dinliyordu. Bu sadece bir konuşma değildi, bu sözler insanlığın son umudu, adaletin ve merhametin yankısıydı. Peygamberimiz, her cümlesiyle kalplerin en derinlerine işliyor, ruhlara dokunuyordu.
"Ey insanlar!" dediğinde, gözleri vadide toplanan kalabalığın üzerinde dolaştı. İnsanlar, belki bir daha O’nu görmeyeceklerini biliyordu. Sessizlik o kadar yoğundu ki, her sözcük kalabalığın üzerine birer mücevher gibi düşüyordu.
"Bu gün nasıl kutsalsa, bu aylar nasıl mukaddesse, Mekke nasıl kutsalsa, canlarınız, mallarınız, namus ve şerefiniz de öyle kutsaldır." Bu cümlelerle insanlığa öyle bir mesaj veriyordu ki, adeta binlerce yıl boyunca yankılanacak bir koruyucu kalkan bırakıyordu. Herkes bu mesajın derinliğini kavradı, çünkü insanlığın korunması gereken en önemli değerleri can, mal ve onurdan ibaretti.
Peygamberimiz sözlerine devam ettikçe, zaman yavaşladı. Her cümle, tarihin akışını değiştiriyor gibiydi. İnsanoğlunun her türlü kötülüğe meyilli olduğunu bilen peygamber, onları en çok saplanacakları tuzaklara karşı uyarıyordu: Faiz ve kan davaları. Faiz, insanları birbirine bağlayan o güvenli ipi koparıyor, toplumu bölen bir zehir gibiydi. Peygamberimiz, faizi yerle bir ederken, aynı zamanda adaletin temelini atıyordu.
Ardından, her bir kadının gözleri dolmuştu. "Kadınlar size Allah’ın emanetidir," dediğinde, yüzlerinde bir ışık parladı. O dönemde kadınların birer mal gibi görüldüğü bir dünyada, bu söz devrim niteliğindeydi. Her kadın, Allah’ın emanetiydi, korunması gereken bir hazineydi. Bu sözlerle Peygamberimiz, insanlık tarihindeki en büyük adaleti sağlıyordu: Kadın ve erkeğin eşit değeri.
Ancak her devrimin bir bedeli vardı. Bu devrimin bedeli de kadınların haklarını koruyarak, onların onurunu çiğnetmemekti. Kadınların hakkı sadece korunmakla kalmıyor, onlara sevgi ve saygı gösterilmesi gerektiği öğretiliyordu. Peygamberimizin bu sözüyle, insanlık yeni bir çağa adım atıyordu: Kadının hak ettiği değeri bulduğu bir çağa.
Kalabalık, peygamberimizin dudaklarından dökülen her kelimeyle daha da büyüleniyordu. Ancak en büyük vurucu sözler henüz gelmemişti. Peygamber, en önemli iki emanetini bırakıyordu. "Size iki emanet bırakıyorum; Allah’ın kitabı Kur’an ve O’nun peygamberinin sünneti." Bu iki emanet, sadece o günün Müslümanları için değil, tüm insanlık için bir kurtuluş reçetesiydi. Peygamberimiz bu sözleriyle, insanların karanlıkta yolunu bulacakları bir ışık bırakıyordu.
Bir noktada, insanlar şeytanın varlığını unuttuğunu düşündü. Ancak Peygamberimiz, küçük günahların bile şeytana cesaret vereceğini söylediğinde, kalplere tekrar bir korku düştü. O, bu sözleriyle sadece büyük günahlardan değil, küçük hatalardan da uzak durmamız gerektiğini hatırlatıyordu.
Zaman durmuş, sadece o an yaşanıyordu. Peygamberimiz son cümlelerine yaklaştığında, kalabalığın içindeki her insan, tarihin en büyük mesajlarından birine tanıklık ettiğinin farkındaydı. "Rabbiniz birdir, babanız birdir. Hiç kimsenin başkaları üzerinde soy sop üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük sadece takvâ iledir." Bu cümle, yeryüzündeki her türlü ayrımcılığa, kibire ve üstünlük iddiasına karşı atılan en güçlü tokattı.
İnsanlık tarihi bu cümleyi asla unutmayacaktı. Her birey eşitti, her insan bir diğerine kardeşti. Üstünlük yalnızca Allah’a olan yakınlıkla mümkündü.
Kalabalık, bu sözlerle adeta yeniden doğmuş gibiydi. Peygamberimiz, son kez insanlığa baktı ve parmağını göğe doğru kaldırarak üç kez tekrarladı: "Şâhid ol Ya Rab! Şâhid ol Ya Rab! Şâhid ol Ya Rab!" O an, gökyüzü sanki bu şahitliğe cevap verdi; tüm kainat bu son veda mesajını mühürledi.
O gün orada bulunan her bir insan, tarihin en kutsal anlarından birine şahitlik etmişti. Veda hutbesi, bir veda değil; insanlığa bir armağan, bir yol göstericiydi. Her bir kelimesiyle sadece o günün değil, tüm çağların insanlarına ışık tutan bir mesajdı. Ve bu mesaj, yeryüzünün her köşesinde yankılanmaya devam edecekti.