Gece, tüm ağırlığıyla denizin üzerine çökmüştü. Kıyıda oturuyordu, dalgaların ritmik sesi kulağında yankılanırken elleri titriyordu. Elleri hep soğuktu; bir türlü ısınmıyordu. İçindeki boşluk, dalgaların çekilip bıraktığı kum gibi sürekli yenileniyor, derinleşiyordu. Gözlerini uzaklara dikmişti, karanlık suyun ufukla birleştiği yere. Üşüyordu. Ama bu üşüme kışın getirdiği soğukla ya da denizin ürpertisiyle ilgili değildi. Bu, içini sarıp sarmalayan, kemiklerine işleyen bir yalnızlığın soğuğuydu.
“Kaç kez dokundum soğuk dudaklara,” diye mırıldandı kendi kendine. Rüzgar, sesini alıp karanlığa savurdu. Rüya’yı düşündü. Sadece bir isim değil, bir his, bir anıydı o. Bir zamanlar ellerini ısıtan, bakışlarıyla içini yakan bir gölgeydi. Ama şimdi, her şey gibi Rüya da yok olmuştu. Elleriyle o kayboluşa sarılmış, onu durdurmaya çalışmıştı ama olmamıştı. Rüya gitmişti ve arkasında yalnız bir adam bırakmıştı.
Defterini açtı. Eski, sararmış sayfalarda, Rüya’yla geçirdiği o kısa ama sonsuz anılar vardı. Her kelime, her satır, ona ait bir iz taşıyordu. Defteri dizine koyup dalgalara baktı. “Neden dönmez o göz, ayrıldığı kaynağına?” diye sordu. Kendi sesinin cevapsız kalacağını bile bile.
Aniden dalgalarda bir hareket fark etti. Su, karanlıkta parlayan bir yüzeyi andırıyordu. Ama o yüzeyin içinden, sanki başka bir dünya sızıyordu. Kafasını kaldırdı; gökyüzü o kadar alacalıydı ki yıldızlar bile birer gölge gibi görünüyordu. Sonra... bir ışık çaktı. Ama bu bir yıldız kayması değildi. Denizden gelen bir ışıktı bu, sanki suyun altından fışkırıyordu.
Adam ayağa kalktı. “Bu nedir?” diye fısıldadı. Suyun içinden bir silüet beliriyordu. Önce belirsiz, sonra daha net… Bir kadın. Saçları dalgalarla dans ediyor, gözleri ise yıldızlar kadar parlak görünüyordu. Adam, bu görüntünün bir hayal olmasını dileyerek birkaç adım geri çekildi.
Kadın ona doğru yürüdü. Ayakları yere değmeden, hafifçe süzülerek yaklaşırken bir sıcaklık dalgası yayıldı. Adam titremeyi bıraktığını fark etti. Kadın konuştu, ama sesi yoktu; sözleri rüzgar gibi kafasının içinde yankılandı:
“Beni hatırlıyor musun?”
Adam yutkundu. “Rüya… Sen misin?”
Kadın, başını hafifçe eğdi. “Beni neden unuttun?” dedi. “Yıllardır buradayım, seni bekliyorum. Ellerinin soğukluğuna sığınarak, seninle tekrar buluşacağımız günü bekliyorum.”
Adamın gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. “Sen gittin…” dedi. “Beni yalnız bıraktın.”
Kadın ona yaklaşıp yüzüne dokundu. Dokunuşu öyle sıcaktı ki, adam bir an nefes almayı unuttu. “Gitmedim,” dedi kadın. “Ben hep buradaydım. Ama sen kalbini kapattın. Soğuk ellerinle dokunamazsın bana, üşüyen ruhunla göremezsin beni. Şimdi söyle, hâlâ üşüyor musun?”
Adam cevap veremedi. Kadının yüzü hafifçe değişti. Bir an için, sanki dalgaların içinde kayboluyormuş gibi oldu. Adam ileri atıldı, onu tutmak istedi. “Gitme!” diye bağırdı. “Beni yalnız bırakma!”
Kadın gülümsedi. “Ben hiç gitmedim,” dedi son bir kez. Ve sonra, bir dalganın çarpışıyla birlikte silinip gitti. Adam ellerini suya daldırdı, ama hiçbir şey bulamadı. Gözleri karanlık sulara kilitlenmişti, sanki onu geri getirebilirmiş gibi.
Birdenbire irkildi. Gözlerini açtığında, karanlık bir odadaydı. Yatağında, ter içinde kalmıştı. Nefes nefese, gözlerini odada dolaştırdı. Denizi, dalgaları, Rüya’yı aradı. Ama hiçbir şey yoktu. Elini kalbine götürdü; ritmi hâlâ hızla atıyordu.
Sonra pencereye yaklaştı. Güneş yeni doğuyordu. Ufukta, o hayalini gördüğü mavi su kadar parlak bir ışık vardı. Bir an için duraksadı. Gözlerini ufka dikti ve usulca mırıldandı:
“Üşümüşüm... Ama artık değil.”