Bir milletin geleceğini inşa eden en temel unsur eğitimdir. Her dersin içinde bir geleceğin şekillendiği, her öğretmenin varlığında bir toplumun değerlerinin yeniden yazıldığı eğitim hayatında yaşanan bazı olaylar, uzun yıllar boyunca unutulmaz izler bırakır. Türkiye Cumhuriyeti'nin eğitim tarihinde böyle bir olay, 1925 yılında İstanbul Erkek Lisesi’nin taş duvarları arasında yaşanır: "İğneciler Sınıfı" olayı.
Güneşli bir bahar sabahıydı. İstanbul Erkek Lisesi'nin koridorları, öğrenmeye aç gençlerin fısıltılarıyla çınlıyordu. Arapça öğretmeni Salih Hoca, dersini işlemek üzere sınıfa girdiğinde her şey sıradandı. Cübbesini düzelterek sandalyesine oturmak için eğildiğinde parmak uçlarında bir acı hissetti; sandalyesine yerleştirilmiş bir iğne, o gün için düşünülmüş bir öğrenci şakasının habercisiydi. Bu iğne, sadece bir öğretmenin cübbesini değil, bir neslin karakterini ve disiplin anlayışını da ince bir yarayla bölmüş, sınıfın kaderini değiştirecek bir olayın fitilini ateşlemişti.
Salih Hoca, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Öğrencilerine döndüğünde yüzünde ne öfke ne de hayal kırıklığı vardı. Yalnızca, sessiz bir sitemle, “Ben bu muameleye layık değildim, sizlere çok teessüf ederim,” diyerek sınıftan çıktı. Olan biteni, okul müdürü Besim Bey’e bildirmek üzere koridorda kayboldu.
Besim Bey bu olayı derin bir ciddiyetle ele aldı. Disiplin Kurulu toplanarak olayın sorumlularını aramaya başladı. Ancak ne öğretmenin incinmiş onurunu ne de disiplinin gerektirdiği saygıyı umursamayan bir suçlu ortaya çıktı. Sınıftaki 41 öğrenciden tek bir kişi bile itiraf etmedi. Her biri sessizliğe bürünmüş, sınıf arkadaşlarının omuzlarına bir sır gibi yüklenmişti. Bu kolektif sessizlik, Besim Bey ve kurul için "suç ortaklığı" olarak değerlendirildi ve tüm sınıf, İstanbul Erkek Lisesi’nden ihraç edilerek Bursa Lisesi’ne sürgüne gönderildi.
Bu olayın yankıları, yalnızca disiplinin sınırlarını çizmekle kalmamış, aynı zamanda yıllar sonra Türkiye’nin farklı alanlarda yetiştirdiği önemli isimlerin bir araya geldiği bir hikayeye dönüşmüştü. Sait Faik Abasıyanık, edebiyat dünyasında hikayeleriyle parlayacak; Dr. Rahmi Duman, sağlık alanında hizmet verecek; hukukçu Saffet Nezihi Bölükbaşı, gazeteci Hikmet Feridun Es, dışişleri bakanı olacak İhsan Sabri Çağlayangil ve bakan Sıtkı Yırcalı gibi isimler bu sınıftan yetişecekti. Bursa'ya sürgüne gönderilen gençlerin her biri, hayat yolculuklarında farklı yönlere savrulacak, ancak İstanbul Erkek Lisesi’ndeki o sınıfta yaşadıkları, içlerinde taşıdıkları değerlerin bir parçası olacaktı.
Olayın ardından hiçbir veli okula gidip baskı yapmadı, ne öğretmenler tehdit edildi ne de sorumluların bulunması için zorbalıkla çözüm arandı. Toplum, eğitimin köklü disiplin anlayışına, öğretmen-öğrenci ilişkilerindeki etik duruşa saygı gösterdi. Aradan zaman geçip olayın failinin başka bir sınıftan olduğu anlaşılmasına rağmen, bu öğrenciler bir sorumluluk bilinciyle suskun kaldılar. Onlar, o gün bir sınıfın değil, aynı zamanda bir neslin ahlak ve saygı anlayışının temsilcileri olmuştu.
Bu olay, bizlere eğitimin sadece bilgi değil, karakter ve ruh inşası olduğunu hatırlatıyor. Eğitimde disiplin, bireyin kimliğini şekillendiren, onu toplumun değerlerine bağlayan bir köprü işlevi görür. Dr. M. Fuad Umay'ın dediği gibi, "Kalite, tesadüf değildir." İğneciler Sınıfı, bizlere kaliteli bir eğitimin, sıkı disiplin ve ahlak ile yoğrulduğunda nasıl büyük bir etki bırakabileceğini gösteriyor.
Yıllar sonra Hikmet Feridun Es’in anlattığı gibi, “Biz 43 iğneci idik. Fakat sonradan o kadar çok kişi iğneci sınıftan olduğunu iftiharla iddia etti ki, hayret etmemek mümkün değil…” Bu sözler, öğrencilik yıllarında yaşanan bir olayın nasıl köklü bir aidiyet duygusu yarattığını ve bir disiplin dersinin, öğrenciler üzerinde nasıl kalıcı izler bıraktığını ortaya koyuyor.
Günümüzde bu hikayeye baktığımızda, eğitimde disiplinin ve saygının yerini korumanın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha fark ediyoruz. İğneciler Sınıfı’nın hikayesi, bugünkü eğitim anlayışımıza da bir ayna tutuyor. Belki de sormamız gereken soru şu: Eğitimi yalnızca bir bilgi aktarımı olarak mı görüyoruz, yoksa bir toplum inşa etmenin bir aracı olarak mı?