Mehmet’in hikâyesi, rüzgârın fısıltısı gibi derin, toprağın sessizliği kadar ağırdı. Onun adını herkes bilirdi, ama kimse onu tam anlamıyla tanımazdı. O, bir Muamma, sadece zincirlerin değil, insanların arasındaki görünmez duvarların da mahkûmuydu. Hayatı boyunca çevresinde sevgi ve övgü eksik olmamıştı. Ancak bu sevginin ortasında büyüyen bir yalnızlık vardı; övgülerin ardında saklanan bir boşluk...
Mehmet, kalbinde kıskançlığa ya da fesatlığa asla yer vermeyen bir insandı. Ona göre güzellikler paylaşıldıkça çoğalır, bilgi ise insanları kötülüklerden arındırabilirdi. Elinde ne varsa, sevgiyi, bilgiyi ve hayatın ona sunduğu güzellikleri, herkesle paylaşırdı. “Eğer bir güzellik benim elimdeyse, neden sadece bana ait olsun?” derdi. Mehmet’in amacı, adaletsizlikten uzak bir dünya yapmaktı. İçinde hep bir umut taşıyordu: Belki paylaşmak, dünyadaki kötülüklerin ilacı olabilirdi.
Onu tanıyanlar, Mehmet’in bu cömertliği için onu severdi. Ne bir dert saklardı içinde ne de bir sevinç; hepsini açık yüreklilikle anlatırdı. Ama zamanla bu açıklığı, insanların gözünde sıradanlaştı. Mehmet’in anlattıkları, paylaştıkları yük gibi gelmeye başladı. “Hep konuşuyor,” diyorlardı. “Her şeyini anlatıyor. Onunla ilgili öğrenecek bir şey kalmadı.” O ise farkında bile değildi; her paylaştığı sırla, her anlattığı hikâyeyle, kendinden bir parça eksiliyordu.
Bir gün, en yakın dostu Mustafa ona dedi ki:
“Mehmet, insanlara bu kadar açık olma. İnsanlar her şeyini öğrendiklerinde seni bırakır. Sırların kadar değerlisin.”
Mehmet’in gözleri doldu, ama gülümsedi. “Mustafa,” dedi, “Eğer anlatmazsam, beni nasıl anlayacaklar? Anlamadan nasıl bilirler? Eğer benim elimdeki bir güzellik onların hayatını iyileştirecekse, bunu neden saklayayım?”
Ancak Mustafa da gitti. Mehmet’in çevresindeki herkes birer birer uzaklaştı. İnsanlar, Mehmet’in ne kadar anlatırsa anlatsın artık yeni bir şey sunamayacağını düşündüler. Ve o gün, Mehmet yalnız kaldı.
Sessizlik ona bir ağırlık gibi çöktü. İlk defa konuşacak birini bulamadı. İlk defa içindekileri dökse bile dinleyecek bir kulak olmadığını fark etti. O gece, kalbindeki o derin kuyu, onu içine çekti. Mehmet, sessizliğin kölesi olmuştu.
Yıllar geçti. Mehmet artık konuşmuyordu. İnsanlar onun sessizliğine hayranlık duymaya başladı. Eskiden söylediklerine değer vermeyenler, şimdi bu sessizliğin içinde bir bilgelik arıyordu. Ama Mehmet, kimseye güvenmiyordu. Kalbini kapatmış, konuşmayı unutmuş gibi gözlerini yere dikiyordu.
Bir gün, bir çocuk yanına geldi. Küçük gözleri merakla doluydu. “Amca,” dedi, “Neden kimseyle konuşmuyorsun? Herkes seni konuşuyor sana SUSKUN diyorlar. Neden?”
Mehmet, uzun yıllardan sonra ilk kez başını kaldırdı. Çocuğun gözlerine baktı. Bir süre sessiz kaldı. Sonra fısıldar gibi konuştu:
“Bir zamanlar herkesle konuşurdum. Her şeyimi anlatırdım. Kalbimde ne varsa, dilimdeydi. Ama insanlar anlatılanı tüketir. Sırların bittiğinde seni de biter sanırlar. O yüzden susuyorum. Çünkü suskunluk, insanı korur. Ve sırlarını saklamak, seni sen yapar.”
Çocuk, Mehmet’in gözlerinden dökülen yaşı fark ettiğinde kendi gözyaşlarını tutamadı. “Ama amca,” dedi, “insan hislerini paylaşmazsa nasıl sevilir?”
Mehmet çocuğun omzuna elini koydu. “Paylaş,” dedi. “Ama her şeyini değil. Anlat, ama bir kısmını kendine sakla. Çünkü sakladığın şeyler, senin gerçek hazinendir. Eğer her şeyini verirsen, sonunda kendin kalmazsın.”
O gece, Mehmet yorgun bedeniyle toprağa karıştı. Ardında sadece sessizlik kaldı. Ama onun sessizliği, insanların kalbinde bir yankı bıraktı. İnsanlar, Mehmet’i onun yokluğunda anlamaya başladı. Mehmet’in hikâyesi dilden dile yayıldı.
Ve onun adı, bir daha unutulmadı. İnsanlar, onun hayatından bir gerçeği öğrendi:
Paylaşmak güzeldir, ama her şeyini paylaşmak, kendi varlığını yok etmeye dönüşebilir. İnsan, sınırlarını koruyarak da dünyaya ışık saçabilir.