Susmak; söylenecek çok şey varken, bunları söylemenin hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini düşünmek midir yoksa korkunun kuracağı tuzağın bilinmezliğinin anaforuna kapılıp da dudaklara pranga vurmak mı?
Susmak; gelişen olaylara ve durumlara karşı sessiz protesto mudur yoksa olana bitene râzı olup kabullenmenin, boyun eğmenin değişik bir ifadesi mi?
Şimdi ben; “susmak ses tellerindeki enerjiden tasarruf etmektir” desem eminim gülersiniz bana. “Korkunun tak kendisi” olarak nitelendirsem, dudak bükersiniz. “Konuşma ihtiyacı hissetmemektir.” , diye değerlendirsem o zaman da insan olarak yaratılmanın sebebini sorgulamaya kalkışırsınız.
Bir yanda: “Susma, sustukça sıra sana gelecek.”, sözü; diğer yanda: “Biliyorsan söyle ibret alsınlar, bilmiyorsan sus da adam sansınlar.” Yahut: “Çok bilen az konuşur, akıllı olan susar.”, şeklinde susmanın bir fazilet olduğu öğüdü…
Peki, nasıl kurtulacağız bu ikilemden. Yoksa Fuzuli gibi: “Söylesem tesiri yok, sussam gönül râzı değil!” deyip de köşemize çekilmekte mi arayacağız çözümü...
Hani bir bilge kişiye sormuşlar: “Üstat, bir insanın zeki olup olmadığını nasıl anlarsın?” Tereddütsüz cevap vermiş bilge kişi: “susmasından.” “Ya hiç konuşmazsa?” “O kadar akıllı insan yok ki!” deyivermiş bilge kişi. Biz de çok akıllı olduğumuzu ispatlamak için hepten susalım mı ha! Ne dersiniz?
İşin felsefesi bir yana sahi söyler misiniz bana, “susalım mı, konuşalım mı?”
Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed(s.a.s) ne buyurmuş: “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” Haydi, çıkın bakalım işin içinden!
Ne zaman susar insan?
Konuşulacak konu hakkında söylenecek sözü yoksa susar.
Konuşulanları seviyesiz ve gereksiz buluyorsa susar.
Karşısındaki insanı dinlemek istemiyorsa susar.
Korkuyorsa, çekiniyorsa susar.
Yanlış yaptıysa, hatalıysa, suçluysa susar.
İncinmek istenmiyorsa, incitmek, kırmak istemiyorsa susar.
Kimi zaman da sesini duyurmak için susar.
Kabullenmenin olduğu kadar isyanın en etkili silâhı olan susmanın süresi de yerine ve önemine göre uzar ya da kısalır; bazen bir duruş, bir soluklanma kadar, bazen de mezara kişi ile birlikte gömülen sükût olur.
Susmak, iletişimin kesildiği, güvenin tükendiği, sözün bittiği yerde kelimelere küsmek değildir elbet. Bu sessiz bekleyişte bir vakar vardır. Her susuşun mutlaka bir anlamı vardır ve her susuş bir şeyler anlatır pek tabii ki ârif olana.
Susmak, avaz avaz bağırmaktan daha etkili bir silâhtır zamanına, yerine göre. Yüreklerin seviştiği, gözlerin konuştuğu yerde kelimelere zaten ihtiyaç duyulmaz. Susmak, böyle durumlarda ölesiye bir sevgi olur, kucaklar bir ömrü. Kimi zaman da susma dile getirilmeyen bir öfke, bir saatli bombadır adeta.
Çaresizliğin sessiz çığlığı olarak da nitelendirdiğimiz kimi susuşlarda bir büyük ayrılığın hüznü vardı. Böyle durumlarda isyan zincire vurulur, öfke dondurulur. Acının bulutları ile buğulanınca gözler, damlalaşan yaşlara hâkim olunamaz.
Sessizliğe yelken açmak olan susmak; incitmemek, kırmamak adınaysa elmaslaşır. Ancak haksızlığın olduğu yerde susmak, boyun eğmektir zulme, zâlime.
Ne demişti Mehmet Emin Yurdakul;
“Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et;
Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet,
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.”
Sus; ama yerine ama zamanına göre. Konuş; ama yerinde, ama zamanında. Unutma ki söylediklerin kadar sustuklarından da sorumlusun.
Yıkacaksan Çalap’ın tahtını, kıracaksan kalbi, inciteceksen gönlü sus! Sus, böyle durumlarda düğüm düğüm de olsa boğazında söyleyeceklerin.
Dillendireceksen haksızlığı; dikileceksen zulmün, zâlimin karşısına. Mazlumun yanında olacaksan, konuş! Susma! Haykır, bütün gücünle haksızlığı, haksızlığı yapan haksızın yüzüne! Haksızlığın, adaletsizliğin karşısında susarsan; vicdansız, vicdansızlığına; namussuz, namussuzluğuna; hırsız, hırsızlığına; arsız, arsızlığına; kahpe kahpeliğine; hain de ihanetlerine yenilerini ekler