Gazeteciliğim askerlik öncesine dayanır. Ankara’nın meşhur semtlerinden ulus da rüzgarlı sokak sanki İstanbul’un cağaloğlu caddesindeki “ba-bı’ali” olarak bilinen ve İstanbul gazeteciliğinin de kalbi sayılan semtleri gibi algılanırdı. Gerçekten heyecanlı yıllardı benim için kimsenin bilmediği, bilgi alamadığı haberleri yazı işleri müdürünün masasına koyduğum zaman benim için mutluluk vesilesi ardından taltif olarak alacağım haber primiydi.
Yıllar sonra o günlerin popüler algısı olan devlet memuru olabilmek için bir arkadaşımın girişimi ile yeni kurulan Türkiye Elektrik Kurumun da göreve başladım. Çok geçmeden Isparta’ya göreve gönderildim. 25 yıllık görevimin dolmasına 6 ay kala beni Ankara’dan tanıyan bir ağabeyim beni aradı. Bana Burdur da Milliyet Haber Ajansı’nın temsilciliğini yapacak birini aradıklarını söylediği zaman mutlaka bunu yapacak birini bulurum diye cevap verdim. Ben yeniden gazeteci yetişmesi yerine bu görevi sana verelim dedi ama çalışan bir memurun bu görevi yerine getirmesi görevin en zor yanıydı. Görevi kabul ettim ama yine de çalıştığım kuruma dilekçe verdim.
Burdur da o günlerde sahada birkaç çalışan gazeteci arkadaşın haricinde kimse yoktu, bazılarının ise Gazeteci ile muhabir arasında fark olmadığının bilincinde olmadığını gördüm. Bir yandan ben memur olduğum için hata yapmamanın savaşını yaşarken bir yandan da haber peşinde koşarak bana bu görevi veren Milliyet Haber Ajansı Genel Müdürü’ne karşı sözümü yerine getiriyordum. Böyle davranışım nedeni ile çevremdeki bazı kişileri de rahatsız ettiğimin farkına varıyordum ve günler böyle geçiyor adeta evi sadece otel olarak kullanıyordum.
Bir gün Burdur endüstri meslek lisesi salonlarında kongre yapan bir sivil toplum kuruluşunun da toplantısına gittim. Daha kapıdan girip girmeme de belirsizlik yaşarken bir şahıs bana boş yerleri göstererek bir yere otur dedi. Dalgınlığımdan sıyrılarak gazeteci olduğumu söyledim. Şahsın bize gazeteci lazım değil demesi üzerine kendisine dönerek “sende bana lazım değilsin” diyerek şahsı payladım aramızdaki kısa sert tavır üzerine sivil toplum kuruluşunun başkanı bana doğru gelerek Mustafa bey sen söyle gel diyerek ön sıralarda bir yere oturttu. Adamın tavrı hoş değildi.
Aradan yıllar geçti, dün Cumartesi günü 24 Temmuz sansürün kaldırılışının 112 yılı gazetecilerin bayramı idi. Bizleri daha dün taltif ve çiçek yağmuruna hatta hediye verme yarışına giren birçok kurum ve kuruluş adeta gizli bir el tarafından ortadan silinmişti. Bazı gazeteci arkadaşlarım yine sosyal medya kanallarından sitemlerini ortaya koymaya çalışmışlardı. Ama şurası bir gerçek biz yine etik kuralları düşünmeden geçmişte bilerek veya bilmeyerek yaptığımız yanlışların izlerinin bu günlere yansıması olarak değerlendirmeliyiz. Gazetecinin amiri bir çalışan ise çalıştığı kurum ve kuruluşun başında bulunan yöneticileridir. Eğer şayet kendi işinde bir gazeteci ise bu durum da etik kurallar gereği kendi kendisinin amiri ve sorumlusudur.
Gazeteci kimseyi memnun etmek onun söylediklerini emir kabul ederek haber yapmaz ve haber peşinde koşmaz. Kimseyi hedef alarak kin duyarak kimsenin dolduruşu ile haber yapmaz reklam ile haberi birbirinden ayırır ve gazetesinin sayfalarını doldurma adına gayret göstermez. Gazete sayfaları kimsenin tarlası değildir. Bu nedenle de bütün meslektaşlarımın etik kurallar ile basın ahlak kurallarına uyarak yoluna devam etme gibi bir görevi vardır. Başkalarını koruma yerine bu konuda kendi mesleğine saygı duyarak işini yürütmenin gayreti içinde olmalıdır.