Vicdan, bizim mahallede bir kadının adıydı; ama öyle herhangi bir isim gibi durmazdı bu sözcük onun üzerinde. Kapısının önü bir başka bahardı; kedilerin mırıltıları, süt dolu kaplar ve gölgede uyuyan yavrular... Eğer biri kedileri seviyor ve besliyorsa, onun yüreği tertemizdir, derdim o yaşımda. Çocukluğun yalın doğruları gibi, Vicdan teyze de benim için "vicdanlı" biriydi.
Sonra bir gün o karanlık haber duyuldu mahallede: Vicdan teyze kocasını öldürmüştü.
Haber fısıltılarla yayıldı önce, sonra herkesin ağzına düştü. Kedilere süt taşıyan o eller, nasıl kan tutardı? Mahallenin çatlak taşları bile şaşkındı sanki. Öyle ya, iyi insanlar böyle şeyler yapmazdı. Vicdan teyze neden yaptı? Kimse cevabını bilmiyordu ama herkes kendi hikâyesini uydurmuştu.
Anneler, babalar konuştu durdu; biri "Adam aldatmış," dedi, diğeri "Yok, dövüyormuş karısını." Dedikodular çoğaldıkça, hikâye dallanıp budaklanıyordu. Kadınlar tek bir kadınla aldatıldığını anlatırken, erkekler daha fazlasını sayıyordu. Öyle ya, mahallede bile aldatmanın kaç çeşidi olduğuna göre dedikodu değişiyordu. O günlerde Zara’nın buz gibi çeşmelerinden su içerken, bunların hiçbirini tam anlamıyordum. Arkadaşımın annesi, ona "Git çıkar üstünü başını, babanla papaz etme beni," diye bağırırken ben yalnızca "Papaz etme" sözünde takılıp kalıyordum. O bile saçmaydı benim için.
Günler geçtikçe dedikodular doygunluğa ulaştı. Nihayet bir gün, mahallenin ortasına bir kadın geldi; alışık olmadığımız bir kadın. İyi giyimli, düzgün bakışlı, yabancı bir siluet. Meğer adamın akrabasıymış; koca ölünce ev bu kadına kalmış. O sırada mahalledeki dedikodu kazanı yeniden kaynadı: "Kadın varmış, yok çocuğu varmış..." Bizim çocuk aklımız, bu karmaşada oradan oraya savruluyordu.
Yıllar sonra, hikâyenin ardındaki asıl gerçek vurdu beni. Bir yaşlı amca, bir köşede oturmuş bana anlatırken anladım Vicdan teyzenin hikâyesini. Meğer Vicdan teyze kedileri kesip kocasına yediriyormuş. Sessizce, kimselere göstermeden... Herkesin bahçesinde masum bir mırıltı olan o kediler, bu evin içinde başka bir hikâyenin parçası olmuştu. "Niye?" diye sorduğumda, amca hafifçe güldü:
“Büyü, evladım, büyü...”
Büyü mü? Bir insan, dili açılsın diye bir başka insana kedi eti mi yedirirdi? Vicdan teyzenin kocası dilsizdi; hiçbir kelime dökülmezdi dudaklarından. Belki bir umut, belki çaresiz bir inanış... Vicdan teyze, adamın suskunluğunu kedilerin canında çözmeye çalışmıştı. Ve bir gün, o suskun adam, titreyen ellerle bir kâğıt yazmış: “Beni öldür.”
Vicdan teyze tereddütsüz bıçağı boğazına saplamış. "Kurtulacaksın" der gibi, "Kurtaracağım" der gibi. Sonra kendi dilini kesmiş, bir daha konuşmasın, anlatmasın diye. Susmak... Vicdan teyzenin son çığlığı susmaktı belki de.
Bir insan, iyilik için kötülük yapabilir miydi? Vicdan teyze hem kedileri öldürdü, hem kocasını, hem de kendini.
Yıllar sonra onun mezarını buldum. Üzerinde ne bir çiçek vardı ne de bir taş yazısı. Kedilerin anısına, güzelce bir dua okudum; sonra içimde bir sızıyla mezara tükürdüm.
“Vicdanını heder ettin be teyze...” dedim usulca.
Gökyüzü sessizdi, toprak nemli. Vicdan, adına rağmen ne kadar ağır bir yük taşımış meğer.