Bir odada, yalnız bir adam... Ahşap masanın üzerine dağılmış buruşuk kâğıtlar, eskimiş bir mürekkep hokkası ve bir zamanlar neşe dolu olan fakat artık unutulmuş bir kalem... Her biri, geçmişin tozlu sayfalarından izler taşıyor. Adam, bir zamanlar genç fakat ruhu yaşlanmış bir insan; ellerini birleştirip öylece bakışlarını masanın boşluğunda kaybetmiş. Onun için isimlerin bir önemi yok; fakat hissettikleri o kadar derin ki, belki de bir gün adı hatırlanacak.
O, gücün farklı bir tanımını keşfetmişti. Başkalarına göre güç; servette, aşkta ya da dualarda saklıydı. Ama onun için güç yalnızca bir şeydi: La tahzen. Gözleri derinliklere doğru usulca kayarken, dudaklarından bir fısıltı dökülüyordu: “La tahzen… Üzülme.” İşte gücün özü buydu.
Çocukluğunun eskimiş ayakkabıları, taşlı yolların izini belleğine kazımıştı. Acılar, silik silüetler gibi hayatının arka planında belirmişti. O, yeterince üzülmüştü. Yeterince düşmüştü. Çocuklukta yaşadığı ilk darbe, o zaman farkında olmadığı bir gerçeği öğretecekti ona: Hayat, kendi dilinde konuşur ve acı, seni bir gün en gücülü kılacak bir yoldaş olur.
Dibe vurduğunda, yukarı çıkmak için çaba sarf etmemişti. Acının bir “kaldırma kuvveti” olduğunu o zaman fark etti. Bu keşif, onu daha da gücülü kıldı. Hayat, üzmek isteyen insanları onun çevresine yığıyordu. Fakat o, her seferinde fark etti ki; kimse ona dokunamıyor, kalbini sarsamıyordu. “Kimse bana ne yapabilir ki?” diyordu. Herkesin kovaladığı mutsuzluk, onun kadar derin bir kalbe ulaşamıyordu.
O, başkaları gibi mutluluk peşinde koşmamıştı. Hayır, mutluluk dilediği yoktu. Ama bir şey istemişti: Saf, derin ve incelikli bir hüzün. Çünkü o, hüzünle yaşamanın aslında yaşamak olduğunu fark etmişti.
Hayatına giren herkese bir şans vermişti. Kalbini onların önüne açarak uzatmıştı. Ama birine şans vermek, her zaman bir riskti. Çok geçmeden anladı ki, hayatına giren kimse ona zarar veremiyordu. Zayıflıklar, onun gücünü bir kez daha kanıtlamaktan başka bir şey yapmıyordu. İşte o an, kalbi kırılmadı. Bilakis, daha da gücülendi.
Ve o an gürültü başladı. Yıllardır susmayan, susmak bilmeyen o gürültü... O gürültü, bir zamanlar o çocuk olan adamın içinde atmaya devam eden hayatın sesi, varlığın yankısıydı. Artık gürültüyü kucaklıyordu. Her yeni adım, her yeni hüzün onu daha da gücülü kılıyordu.
Eski silahlarını, eski kurşunlarını, kendini savunduğu o çelik yelekleri hatırlamıyordu bile. Onların hiçbiri ne kırılmasını engellemişti ne de onu savunabilmişti. Çünkü güç, kırılmamakta değil, kırılıp yeniden ayağa kalkmakta gizliydi.
Son bir kez, gözleri masadaki kâğıtlara döndü. Kalemi eline aldı. Boşluğun gürültüsüne kulak vererek son sözlerini yazmak için kalemini yavaşça mürekkebe batırdı.
“Eğer ben hiçbir şeysem,” dedi içinden, son bir kez. “O zaman gücün ta kendisiyim. Afiyet olsun.”